hikaye anlatıcısı


(:son:)
Nisan 17, 2007, 8:35 am
Filed under: Döndükten sonra, gezi notları, Hindistan

Bir aydır yeni bir şey yazmamışım. Herhalde bu Hindistan hikayelerinin sonu gelmiş:)Aslında festivalleriyle ilgili bir kaç şey yazmak istiyordum ama o konu da biraz karışık. Bir sürü tanrı, öykü, karman çorman ilişkiler falan var. Yarım yamalak şeyler yazmaktansa hiç yazmayayım diye düşündüm.

Yani böyleyken böyle:) Hindistan gezimizde tuttuğum notları ve döndükten sonra düşündüklerimi burada yazmaya çalıştım. Belki birilerinin işine yarar, ya da öylesine okuyacak bir şeyler olur işte diye:) Umarım işe yaramıştır. Burada bulamadığınız ama Hindistan’la ilgili merak ettiğiniz bir şey varsa mail atabilirsiniz: selinyurdakul@gmail.com Bir de arada yazdım gerçi ama en sona yine koyayım: http://www.hikayeanlaticisi.com/gez/hndstn/yararli.htm adresinde gerçekten yararlı bir şeyler bulabilirsiniz. Elimdeki ufak tefek yararlı bilgileri burada toplamaya çalıştım.

Yakında Çin ve Japonya gezilerimizde başımızdan geçenleri anlatmaya başlayacağım:) Gerçi onlarda Hindistan’daki gibi not tutmamıştım ama gitmeden önce çok çalışıp, bir sürü not aldığım için yine de elimde bir sürü şey var. Bir de tabii aklımızda kalanlar, oradayken düşündüklerimiz var. İnsan bazı yerleri daha çok seviyor, yine gelsem diyor, bir şeyler aklına takılıyor. Mesela bu üç ülke içinde Japonya, daha doğrusu Tokyo benim en sevdiğim şehir oldu. Sanki beni orada bıraksalar yaşar giderim gibi. Tabii bir de daha önce gittiğimiz Rio, Prag ve Bergen var. Oralarda da yaşarım herhalde:) Neyse. Şimdilik uzatmayayım, sonra derli toplu anlatırım. İyi yolculuklar:)



Temizlik ıvır zıvırımız
Mart 15, 2007, 10:53 am
Filed under: Döndükten sonra, gezi notları, Hindistan

Hindistan’a gitmeden önce ne bulursak okuyup, daha önce giden bir sürü insanla konuştuğumuz için kendimizi pisliğe alıştırmıştık. Herkes çok pis çok pis deyip duruyordu. Bir çok insan da Mısır’a gittiniz mi, işte oranın biraz daha kirlisini düşünün falan demişti. Forumlarda da yolların yanından akan kanalizasyonları, Ganj’da yüzen cesetleri, inekleri, domuzları okuyup fotoğraflarını gördükten sonra kafamızda genel bir fikir oluşmuş oldu:) Biz de böylece sivrisinek ve sıcak için olduğu gibi pislik konusu için de önceden hazırlanıp gittik.Çantamızda sabun, şampuan gibi her zamanki şeylerin yanında bir de herkes için bir torba galoş, kolonyalı mendiller, pürel, yaprak sabunlar, kağıt yatak çarşafları ve yastık kılıfları vardı. Özellikle çarşaf ve yastık kılıfı kısmı garip geliyor evet ama gerçekten çok işe yaradılar:)

Aslında Hindistan düşündüğümüz kadar da pis çıkmadı. Yani daha doğrusu benim için öyle çıkmadı. Herhalde gitmeden önce bununla ilgili fazla şey okuyup kendimi çok daha kötü bir duruma hazırladığım için olsa gerek. Gitmeden önce duyduklarımız o kadar kötüydü ki olmazsa hiçbir yere dokunmadan dolaşırız, o da olmazsa döneriz falan demiştik:) Bir de babamın lisedeyken bir etkinliğe katılmak için Delhi’ye gittiği sırada görüp anneme anlattığı görüntüler vardı ki, bunlar da duyduklarımıza renk katıyordu doğrusu:) Babam üç gün uğraştıktan sonra sonunda bir tren bileti alarak Tac Mahal’i görmek için Agra’ya gideceği trene binmeye istasyona gitmiş ki, bir de ne görsün:) bütün istasyon yerde beyaz bezlere sarılı olarak hareketsiz yatan insanlarla dolu. Aynen geri dönüp olay yerini terk etmiş tabii:) Haliyle insanlar sadece uyuyor muydu, yoksa Varanasi’ye yakılmaya götürülenlere falan mı rastladı bilmiyoruz ama böyle de bir anı vardı elimizde yani:) Onlar canlıysa ve yerde yatıyorsa da, ölü ve yakılmaya götürülüyorsa da kötü:) Neyse ki biz istasyonda ceset falan görmedik. Ama yerde yatan bir sürü insan vardı tabii. Çünkü trenler sürekli rötar yapıyor.

Çok pis değildi, dönmemiz gerekmedi, istasyonda ceset görmedik, ama yine de pisti. Orada dolaşırken babam sürekli neden forumlarda bu pislikten yeterince söz etmemişler dedi hep. Gerçekten de bir sürü yazı okudum, çevreyi tarif etmişler, neler var neler yok yazıyor, kanalizasyonu, inekleri anlatmışlar, fotoğraflar da durumu açıkça gösteriyor ama şöyle çok pisti falan diyen de olmamış. Ben de böyle yapmış olmamak için yazıyorum, duyurulur: pisti:) Ama bilmiyorum işte artık kendimi hazırlamamdan mı yoksa o kadar pisti ki insan alışıyor mu neyse artık bana o kadar da rahatsız edici gelmedi. Aslında oradayken de düşündüm, şimdi de öyle düşünüyorum, sanki temiz bir pislik anlayışları var gibi:)

Daha açık anlatmam gerekirse şöyle ki: Tamam her yer çöp dolu, her şeyi sokağa atıyorlar falan ama onlar da sürekli bir dönüşüm içinde, bulaşmıyor yani. Çöplerin yığın halinde durduğu yerler var, ama hayvanlar geceleri oralara gidip onların bir kısmını yiyor ve en azından açlıktan ölmekten, ya da kendi aralarında kavga etmekten kurtuluyor. Geri kalanı da müthiş bir hava kirliliği yaratarak yakıyorlar(bunu sonra anlatırım gerçekten çok kötüydü, önce boğazımız ağrımaya başladı, yolculuğun ortasında da sesimiz kısılmıştı) Yolun yanından akan kanalizasyona Agra’da rastladık. Tamam akıyordu ama sanki bütün çöpler de onun içinde gidiyor gibiydi. Her yer çöp aslında, ama garip bir şekilde size değmeden akıp gidiyorlar. Tabii ki pis, sağlıksız falan ama en azından insan iğrenmiyor. Yani bana böyle geldi işte. Düşünüyorum da mesela o kadar çöp burada olsa herhalde durum çok daha kötü olurdu.

Bir de tabii denge meselesi var. Sanki mesela çöpleri yolun ortasından bir kaldırsalar ortalık birbirine girermiş gibi geliyor insana. Kendine has dengesinde yuvarlanıp giden düzen o zaman kesin çöker gibi. Sokaklarda yaşayan domuzlar, inekler, köpekler, maymunlar aç kalıp kavga etmeye başlasa o bile yeter mesela. Onlar gider sokaktaki insanlara, açıkta duran yiyeceklere sataşır, haliyle salgın hastalıklar yayılır, sivrisinekler bir yandan, savaş bile çıkabilir yani:)

Neyse işte. Böyleyken böyle:) Yani kendinizi en kötüsüne hazırlarsanız pislik rahatsız etmeyebilir. Ama yine de temizlik eşyalarını bulundurmak lazım. Şimdi böyle yazınca dergilerde falan insanlara şunu da alın, bunu da kesin alın, aman çok gerekli falan gibi şeyler yazan insanlara benzedim biraz. Ama bunlar gerçekten gerekli:) Biz her zaman yanımıza ip, mandal falan gibi ufak şeyler, bir de küçük su ısıtıcımızı alıp öyle gideriz seyahatlere. İlk defa böyle şeyler götürdük yanımızda ve hepsi de çok işimize yaradı. O yüzden eğer Hindistan’a gidiyorsanız, o dükkan senin bu dükkan benim koşup durmamak için “hiçbir şey götürmeyin” diyen yazıları dinlemeyin bence. Ne bulduysanız götürün:) Biz püreli, kolonyalı mendilleri, kağıt sabunları, sabun ve şampuanları götürdüğümüze çok memnun kaldık. Çünkü Hindistan’da market yok. Yani yolun sonunda Kalküta’da ve Mumbai’de birer tane bulduk ama işte diğer şehirlerde yoktu. Haliyle sokak aralarındaki küçük bakkallara gidip onlar ne satıyorsa onu alıyorsunuz. Şampuan ve sabun hadi neyse, insan bir tane alır kullanır da mesela pürel ve kolonyalı mendil bulamıyorsunuz. Bunlar trenlerde bizim çok işimize yaradı. Trende 15-16 saat kalıyorsunuz, yatıp kalkıp, birkaç öğün yemek yiyorsunuz. Çok temiz olmasa da insanın içini rahatlatacak bir şeyler olması iyi oluyor. En azından insan elini falan temizlemiş oluyor.

Aynı iç rahatlatma etkisine yatak çarşafları ve yastık kılıfları da sahip:) Biz şanslıydık, Oslo’da bir otelden aldığımız kağıttan, hafif ve yer tutmayan çarşaflarımız vardı. Trene binip de yerimizde biz gelene kadar üç adamın yattığını ve her yere saçarak çekirdek yediğini öğrendiğimizde, ya da oteldeki yatak çarşaflarının bir deseni gibi görünen insan şekli oluşturmuş lekeleri gördüğümüzde gerçekten çok işe yaradılar. Aslında otellere haksızlık da yapmamak lazım. Gittiğimiz çoğu yerde çarşaflar lekeliydi ama temiz kokuyordu. Herhalde bir leke çıkarıcı sorunu var:) Ama yine de insan bazen rahatsız oluyor işte. O zaman da adamlarla itişip kakışıp, yine başka bir lekeli çarşafla odada baş başa kalacağına kendi temiz çarşafını serip hiç olmazsa yüzünü temiz bir yere koymak daha iyi oluyor:) Tabii normal çarşafları taşımak biraz yük olabilir ama en azından böyle durumlarda yastığın üstüne koymak için bir şeyler düşünmek iyi olabilir bence.

Bir de galoşlar var tabii. Bunlar da çok işimize yaradı. Aslında bizim aklımıza gelmedi, daha önce giden birisi söyledi galoş götürmemizi ve gerçekten çok işe yaradı. Çünkü tapınaklara ayakkabıyla giremiyorsunuz. Ayakkabınızı çıkarınca basacağınız yer de her zaman pek temiz olmayabiliyor. O yüzden hemen cebinizden birer galoş çıkarıp izin veriyorlarsa ayakkabıların üstüne, vermiyorlarsa da çorabın üstüne giymek en iyisi. Böylece hem ayağını koruyor insan hem de ayakkabılarını temiz tutmuş oluyor. Tac Mahal’de Hintliler de bu sisteme geçmiş mesela, size biletle birlikte bir şişe suyla bir çift de galoş veriyorlar:)

Bir de şu hava kirliliğini anlatayım. Hindistan’da gerçekten çok önemli bir sorun çünkü. Bir haftada hepimizin sesi kısıldı! İkinci durağımız olan Jaipur’a geldiğimizde boğazımız hafif hafif ağrımaya başlamıştı. Agra’da, yakılan çöplerin hemen yanındaki otelimizde kaldıktan hemen sonra babamın, bir sonraki durak olan Varanasi’de de benim sesim kısıldı. 10 gün sonra da ancak geri geldi. Hindistan’da hava zaten kirli, arabalar, fabrikalar, toz, toprak zaten havayı oldukça kirletiyor. Ama bu geceleri yaktıkları çöpler tamamen bambaşka bir etki yaratıyor gerçekten. Organik çöpler neyse de plastikler falan da o çöplerin arasında tabii. Yakılınca bir başlıyor kokup tütmeye. Sabaha kadar o havayı soluyarak bir güzel uyuyunca da haliyle ses falan kalmıyor:) Ama artık önlem alıyorlarmış galiba bu konuda çünkü Tac Mahal’in rengi hava kirliliğinden kararmış:) Neyse. Böyleyken böyle. İyi yolculuklar:)



Sıcak ve gömleklerimiz :)
Mart 3, 2007, 3:30 pm
Filed under: Döndükten sonra, gezi notları, Hindistan

Sivrisinek kaçırıcılardan sonra çantamızdaki en önemli şeyler bir örnek gömleklerimizdi:)

Aslında aynı sivrisinek ilaçları gibi bunları alırken de gülmüştük çok. Aslında bunları boşuna götürüyoruz. Orada her yer bunlarla dolu olacak falan diye. Meğer Hint gömlekleri bir tek Türkiye’de satılıyormuş:)

Bu sözünü ettiklerim Beyoğlu’nda Aznavur pasajının altında, Tünel’e giderken sağdaki dükkanda ve Nepal’den getirdiklerini satan dükkanlarda satılan, çizgili, pembe, turuncu, mavi gibi canlı renkleri olan gömlekler. Şile bezine benziyor ama tam değil. Herhalde görmüşsünüzdür. Yazın bir sürü insan bunlardan giyiyor hem serin tuttuğu, hem de hafif olduğu için.

Biz de 40 derece sıcaklıkta giyilebilecek uzun kollu tek gömleğin  bunlar olduğunu düşünüp gittik annemle üçer tane aldık. Bir yandan da gülüyoruz boşuna alıyoruz diye düşünüp. Alırken satıcıya da sormuştuk çünkü gömlekleri nereden getirdiklerini, kadın Hindistan’dan demişti. Yani biz orada satıldığını düşündüğümüz gömlekleri taa İstanbul’dan taşımış oluyorduk. Ama iyi ki de taşımışız. Aynı sivrisinek ilaçları gibi, bu gömlekler de hiçbir yerde yoktu. Bir tek Delhi’de Janpath üstündeki bir ara sokakta bulduk. Ama onlar da hem çok büyüktü, hem de kumaşları sanki bizimkiler kadar serin tutmuyordu.

Biz annemle her şeyimizi gitmeden önce toparladığımız için üçer gömlek, bir ince pantolon falan, Hindistan üniformalarımızı hazırlayıp çantalarımıza tıkmıştık. Babama da havanın sıcak olduğunu, sivrisineklerin hastalık yaydığını falan anlatıp ince, uzun kollu bir şey almasını söylemiştik ama o bir şey olmaz diye düşündü herhalde. Yanına bizim gibi üniforma almamıştı:) Delhi’ye gidip, otele yerleşir yerleşmez biz hemen çıkardık çizgili, ince gömleklerimizi, annemle bir örnek giydik. Sivrisinek kaçırıcıları da süründük, çıktık. Babam kısa kollu tshirt giydi, bir de üstüne sinekler saldırırsa diye uzun kollu ceket aldı. 40 derecede!:) olmadı tabii. İkinci gün çok sıcak geldi. Neyse o sırada Janpath’ta bizim gömleklere rastladık da o da aldı kendine hemen.

Bu arada biz bu gömleklerin birine 15, diğerlerine de 18 milyon vermiştik. Tanesine. Hindistan’dan aldığımız gömlekler, bize turist muamelesi yapıp kazık atmalarına rağmen 3 milyondu:) Yine en güzel kazığı İstanbul’da yemişiz yani:) Ama olsun, en azından rahat ettik. Janpath’ta gördüklerimizden sonra bir daha o gömleklere bütün yol boyunca hiç rastlamadık. Herhalde bu gömlekler ya Hindistan’dan gelmiyor, ya da onlar yapıp bize gönderiyor ama kendileri giymiyorlar. Biz orada bulamadık yani.

Ama gerçekten eğer Hindistan’a gidiyorsanız, ve bizim gibi sıcak bir zamanında gidiyorsanız, bu gömlekler çok işinize yarayabilir. Tshirtten daha hafif bir kere. Sonra incecik, insanın üstünde ağırlık yapmadığı için terletmiyor. Çok kolay kuruyor. Ve en önemlisi de uzun kollu, yani sinek geçirmiyor. E daha ne olsun zaten:) Biz 18 gün boyunca hep bu gömlekleri giydik. Onlar olmasa o sıcakta amaaan sinekler de ısırırsa ısırsın deyip kolsuz gömleklerle atabilirdik kendimizi sokaklara.

Çünkü Hindistan gerçekten sıcak:) Yaz ayları, aynı zamanda muson yağmurlarının olduğu dönem. Bu dönemlerde genellikle pek giden olmuyormuş haliyle. Eylül gibi musonlar bitiyor. Turist mevsimi de böylece başlamış oluyormuş. Ama turistlerin en çok gittiği dönem Aralık, Mart arası. Çünkü hava ancak bu aylarda biraz serinliyormuş. Biz Ekim’de gittik. Kalküta’da üç gün hep aynı saatte, iki saat çok şiddetli yağmur yağdı. Onun dışında yol boyunca hiçbir yerde yağmur yağmadı. Ama hava gerçekten sıcaktı:) 40 derece civarında işte:) Ama bu tarihte gitmeyi biz istemiştik. En dolu dönemde gitmeyelim de otellerde, trenlerde rahat yer bulalım diye. O yüzden kıyafetlerimizi falan da ona göre hazırladık gittik işte. Bir de hava nemli mi değildi neydi, hiç sıcaktan bunalmadık. Yoksa ben tam bir kış insanıyım mesela. En sevdiğim havalar yağışlı, soğuk, kapalı havalar. Güneş açınca hem bir baygınlık hem de bir huzursuzluk geliyor bana. Hiçbir şey ilgimi çekmiyor falan. Ama Hindistan’da hiç böyle olmadı. O sıcakta haldır huldur sokaklarda dolandık durduk. Herhalde kendimizi hazırlayıp gitmemizin etkisi de oldu. Yoksa sıcaktı yani. Hem kuzeyi, hem güneyi.

Aslında okuduklarımızdan kuzeyin serin, güneyin de sıcak olacağını okumuştuk. Aradaki mesafe çok olduğundan Hindistan’ın kuzeyiyle güneyi arasında çok sıcaklık farkı olurmuş. 10-15 derece fark olabilirmiş. Biz oradayken bir iki derece fark etti sadece. Ama şimdi bir siteden baktım mesela, Delhi 25, Mumbai 38 derece görünüyor. Demek bize öyle denk geldi. Ya da belki vücudumuz sıcağa alıştı, serindi sıcaktı kurcalamadan oturdu aşağı:) Ama yani sonuçta kuzeyde de güneyde de 40 derece sıcakta hiç bunalmadan dolaşmayı başardık. Yaşasın:P

Neyse:) Bu sefer de biraz sıcaklığı ve Hindistan üniformalarımızı anlatmış oldum. Bundan sonra çantamızın üçüncü en önemli eşya grubu olan temizlik malzemelerini anlatacağım:) İyi günler:) İyi yolculuklar:)
 



Sivrisinekler ve Chiungunya
Şubat 21, 2007, 1:49 pm
Filed under: Döndükten sonra, gezi notları, Hindistan

Hindistan: Her şeyi düşünen insanın cenneti:P

Böyle yazınca biraz saçma görünüyor ama değil, gerçekten öyle. Şimdi anlatıyorum:)

Hani bazı insanlar uzak bir yerlere seyahate giderken yanlarında her durum için pratik bir şeyler bulundurur ya. Gereken bir şey gidilen yerde yoksa ortada kalmamak, keyfini bozmamak için. Mesela bir şey bağlamak, tutturmak gerekirse diye birkaç parça ip, mandallar, bir iğne, iplik, kalem, kağıt, katlanabilir bir askı falan gibi. Yer tutmayan ama gerekirse çok işe yarayacak, ama bir seyahatte de çoğunlukla en fazla bir kere işe yarayan, insana biraz da boşuna taşımış hissi veren şeyler. İşte Hindistan böyle ya gerekirse diye götürülen şeylerin gerçekten de her gün gerektiği, o yüzden de onları düşünen insanın düşündüğüne de taşıdığına da gerçekten değdiği yerlerden biri:) Her şeyi düşünen insanın cenneti işte:)

Çantamıza deli miyiz neyiz diye gülerek doldurduğumuz o kadar şeyin hepsini kullandık, ve onlar olmasa ne yapardık bilmiyoruz. Kesinlikle gerekliydiler yani. Ama nedense gitmeden önce okuduğum bir sürü yazıda Hindistan’a giderken hiçbir şey götürmeyin, tshirtünüzle gidin, hatta onu da bırakın, her şeyi oradan alırsınız falan gibi şeyler yazıyordu. İyi ki dinlememişiz:)Bilmiyorum, belki de bize böyle denk geldi ama götürdüğümüz her şey gerçekten gerekliydi:) Tabii bir de Hindistan’ın macera yaşamaya, kent hayatının boğucu şeysini kırmaya falan gidilen bir yer olma özelliği var:) Amaç böyle bir şeyse tabii mümkün olduğu kadar çok şeyi geride bırakmak lazım ki insan şöyle bir silkelenip kendine gelsin:) Ama geri dönüp hayatınızı sürdürmek istiyorsanız ne bulduysanız çantanıza tıkın:)

Ben bizim çantamızda her zamanki şeyler dışında neler vardı anlatayım mesela:) Hem bu arada oradayken tuttuğum notlarda unuttuğum bir şeyler varsa onları da anlatırım.

Yanımızdaki en önemli şeyler sivrisinek kovuculardı. Onlar olmasa şimdi Chikungunya olmamışsak bile kesin paranoyak olmuştuk. Hangi sivrisinek Chikungunyalı hangisi değil bilemiyorsun ki. Hepsi de organize şekilde insanın üstüne saldırıyor sağlı sollu. Hele de böyle kapalı bir alanda kıstırmışlarsa tamam. Artık nasıl başarılı korunmuşsak bir sivrisinek tarafından bile ısırılmadan eve döndük. Ama hala etrafta sineğimsi bir hareketlilik görünce şöyle bir irkiliyorum. Bakalım ne zaman geçecek:)

Ama korunmada gerçekten çok başarılı olduk. Bir sürü turistin kolu bacağı nokta nokta olmuştu sinek ısırığından. Bir de onlar sıcak diye kolsuz tshirtlerle kısacık şortlarla gelmişler tabii. Halbuki her gece televizyonda uyarı yapıyorlardı, uzun kollu ve paçalı şeyler giyin diye. Ben tabii gitmeden bir ay önce bitirdiğim tezimin alışkanlığıyla olsa gerek, Hindistan olayını doktoraya çevirdiğim için, biz o uyarıları taa İstanbul’dayken okuyup ona göre hazırlanmıştık:)

İyi ki de hazırlanmışız çünkü bu Chikungunya gerçekten ciddi bir sorundu. Chikungunya, Dengue, yani humma ve Malaria, yani sıtma gibi sivrisineklerin bulaştırdığı bir hastalık. Aedes sivrisineğinin dişisi tarafından taşınıyor ve insanlara bulaşıyor. Tek başına hastalık genellikle öldürmüyor, ama insanı o kadar kötü bir duruma getiriyor ve uzun sürüyor ki öldürmüşten beter ediyor. Baş ağrısı, ateş, kusma gibi belirtiler ve en kötüsü de eklemlerde çok şiddetli ağrılar yapıyor. Televizyonda hastalanmış insanları gösteriyordu. 5 metrelik bir yeri ağrıları yüzünden yarım saatte yürüyebiliyorlarmış. Hatta bazı insanlar dokunmaya, ışığa bile o kadar hassas hale geliyormuş ki hastalık geçene kadar, bazen aylarca karanlık bir odada yatmaları gerekiyormuş. Hastalığa yakalanan insanın bünyesi kuvvetli değilse, ya da başka bir hastalığı varsa, durum daha da kötüleşebiliyormuş. Gitmeden önce her gün gazetelerde, oradayken de televizyonda sürekli nerede kaç kişi ölmüş, hastalık nerelere yayılmış gibi şeyleri takip ettik. Her gün şehir şehir ölenlerin sayısını verdiler. Bir de tabii musonlar yeni bitmiş, her yer su birikintisi, hava sıcak. Tam sivrisinek mevsimi yani.

Ama bu kadar hastalığa, ölene, televizyonlardan yapılan uyarılara rağmen Hintliler yine de olayı yeterince ciddiye almış gibi görünmüyordu. Herhalde dini bir şey olsa gerek. Adamlar televizyonda yırtınıyor su birikintilerini boşaltın, evlerinizin çevresinde su olmasın diye, bunlar her yeri kova kova durgun suyla donatıyor ki sinekler içinde rahat üresin. Gerçi tabii Chikungunya yeni ama Dengue ve Malaria salgınları sürekli oluyormuş. Herhalde zamanla baktılar yapacak pek bir şey yok, böyle akışa bıraktılar kendilerini. Ama bari evleri sivrisinek üretim çiftliğine çevirmeseler.

Bir de daha temiz pak, gelişmiş konut bölgelerine gittikçe sinekler artıyor. Özellikle Delhi’de mesela bizim otelin olduğu kısım toz toprak içinde kahverengi, gri renkli bir yerdi. Sivrisinek vardı ama çok da değildi. Bir gün güneye, yeni konut bölgelerinin olduğu kısma bir indik ki sinekler vızır vızır. Tabii onlar da biliyor nerede yaşanacağını:) Dün bir belgeselde seyrettim mesela, Amerika’da galiba bir araştırma yapmışlar, kuşlar üst gelir grubunun hakim olduğu bölgelerde yaşamayı tercih ediyormuş. Bu bölgede bir çok farklı kuş cinsine rastlanırken, alt gelir grubunun oturduğu bölgede sadece güvercinler yaşıyormuş:) E sinekler de kuşlardan aşağı kalacak değil herhalde, onlar da nerede yeşillik, park, bahçe, havuz, temiz hava varsa oraya yayılmış tabii:) Bir de bu bölgeler sürekli bir gelişme ve inşaat halinde olduğu için her yer delik deşik, bir sürü inşaatı başlamamış temel çukuru var. Her apartman bölgesinin orta yerine kocaman bir çukur kazıp, içini de suyla doldurmuşlar ki o bölge için yeterli sineği üretebilsinler:) Haliyle konut bölgelerinde sinek üretimi çok başarılı:) Özellikle de Delhi’de. Tabii diğer şehirlerde de vardı sivrisinek. Jaipur’da mesela otelimizin kendi sivrisinek üretim havuzu vardı:) Sonra Kalküta ve Mumbai’de de özellikle fast food restoranları sinek üretimi konusunda uzmanlaşmıştı. Ama tabii bizle kim baş edebilir:)

Yanımızdakileri sayıyorum:) 2 şişe off sprey, sivrisinek kaçırıcı olduklarını internetteki araştırmalarımız sonucunda öğrendiğimiz okaliptüslü limonlu bileklikler, yine internetten öğrendiğimiz limonlu yapışkan bantlar, uzun kollu ince gömleklerimiz ve üç kocaman cibinlik:) Bunlar yetmediği için bir de oradan böcek ilacı ve tüp tüp Odomos, sivrisinek kaçırıcı krem aldık, bir tüpünü de İstanbul’a getirdik:) Biraz abartmış gibi görünüyoruz, biliyorum, ama dediğim gibi işte, internet sitelerinde yazanları dinleyip bunları almamış olsaydık ne yapardık bilmiyoruz.

Hintliler susam yağı gibi bir şeyler sürüyormuş galiba. Jaipur’a giderken trende bir aileyle konuştuk, onlar öyle söyledi. Susam yağı ve bir şey daha, şimdi unuttum, sinekleri kaçırıyormuş. Sonra bir de homeopathy ilaçları var. Bugüne kadar Chikungunya’nın aşısı ya da tedavisinde kullanılabilecek bir ilaç üretilmemiş okuduğumuz kadarıyla. Hastalananlar daha çok yaşadıkları sorunlara göre tedavi ediliyormuş. Eklem ağrısı varsa o gideriliyor, baş ağrısıysa ona göre bir şey yapılıyor ama hastalığın tedavisi için bir şey yapılamıyormuş. Hastalık kendi kendine geçiyor yani. Tabii böyle olunca da homeopathy, ya da belki alternatif tıp denebilecek yöntem bu konuya el atmış. Delhi’deki en büyük hastanenin çevresi bir sürü küçük homeopathy kliniğiyle çevrilmişti. Klinik dediğim de camında homeopathy yazan küçücük dükkanlar. Herhalde hastanede bir çözüm bulunamazsa hemen dışarıdaki bu dükkanlara gidip, onların ilaçlarını alıyorlar. Gitmeden önce Chikungunya’nın tedavisiyle ilgili bilgi aradığımda hep bu homeopathy ilaçları çıkmıştı karşıma. Bir sürü tartışma vardı, işe yarıyor mu, yaramıyor mu, kandırmaca mı, para tuzağı mı diye. Ama tabii bu hasta olduktan sonra denedikleri bir şey. Hasta olmamak için de işte susam yağı ve bir şey daha kullanıyorlarmış bazıları. Bizim susam yağımız yoktu belki ama onun dışında sivrisinek kaçırıcı her şey bizdeydi:)

O kadar çok kullandık ki ikinci şişe Off spreyin dibinde biraz kaldı. Zaten o tek başına yeterli olmazmış meğer. Çünkü her yere de püskürtemiyor insan. Üstümüze başımıza spreyi püskürtüp, kolumuza bacağımıza da odomos kremi sürdük de ancak tamamen sivrisinek kaçırıcı hale gelebildik:) Bilekliklerimiz işe yaradı mı emin değiliz. Ama kolumuzdan çıkarmadık. En azından insan kendini rahat hissediyor. Yapabileceğimiz her şeyi yapmış oluyoruz ya, artık sokarsa da sokar diyor insan. Sonra yapışkan bantlar vardı. Onlar işe yaradı. Özellikle de trende yatağımızı kalabalık bir sivrisinek ailesiyle paylaşacağımızı anladığımız sırada:) Varanasi’ye giden trene bindik, yataklarımıza çıktık, herkes yatar duruma geçti, ışıklar kapandı. Bizim tepemizdeki hala yanıyordu. Kafamı bir kaldırdım ki en az on sivrisinek lambanın etrafında toplanmış. Burnumun dibi. Hemen çıkardık yapışkan bantlarımızı tabii. Trenin sağına soluna:), tshirtün yüzümüze, elimize yakın yerlerine bir güzel yapıştırdık. Spreye, kreme de bulandık uyuduk gitti:) Aslında trende cibinlik de asmayı düşünmüştük:) Ama yapamadık, çünkü düşündüğümüz gibi tek başımıza kapalı bir yerde değil, insanlarla açık kompartımanda yolculuk ettik. Ama odalarımızda ne yaptık ettik üç cibinliği de kurduk. Annem çıkardı hemen iplerini mandallarını:) Odanın bir ucundan öbür ucuna, kapıdan duvara ipleri gerdik, cibinlikleri astık:) Etrafımızda uçup uçup çekip gittiler:)

Sivrisinek operasyonumuzun son parçası da uzun kollu gömleklerdi. Ama onu da sonra anlatırım artık. Onların biraz sıcakla da ilgileri var çünkü. Bugün sadece Chikungunya sorununa parmak basmış olayım:P İyi günler:)



Hindistan’dan Döndük :)
Şubat 16, 2007, 12:12 pm
Filed under: Döndükten sonra, gezi notları, Hindistan

18 günlük Hindistan gezisinden döndük. Yani döneli çok oldu tabii. Ben önce orada tuttuğum notları gönderdiğim için, döndükten sonra yazacaklarıma ancak sıra geldi:) Umarım yazdıklarım Hindistan’a gitmeyi düşünen birilerinin de işine yarar. Çünkü ben gitmeden önce neredeyse bütün bilgileri böyle sitelerden toplamıştım. Bu arada üstte de yazdım ama Hindistan’a gidiyorsanız işinize yarayabilecek şeyleri buradan başlayarak okuyabilirsiniz. Ya da şuradan ilgilendiğiniz yerle ilgili bilgilere ulaşabilirisiniz. Ayrıca fiyat listesi, planlar, gittiğimiz otellerin adresleri, gidilecek yerlerin çalışma saatleri, yararlı web siteleri, İngilizce Hint gazeteleri, televizyonlar, cyclerickshaw, autorickshaw, fiş adaptörü resimleri gibi yararlı olabilecek bir sürü şeyi de burada bulabilirsiniz.

Seyahat sırasında kullandığımız bütün bilgileri koymaya çalıştım. Ama işte onlar burada değil de sitemde. Yani şurada :)Çünkü gitmeden önce yararlı bilgileri okuduğum gezi notlarının arasından ayıklamak için çok uğraşmıştım. Benim gibi hemen bilgi toplamak isteyenler olursa diye ben de notlarımı ikiye ayırdım. Bir tarafta fazla uzatmadan ne kaç liradır, yol ne kadar tuttu, kaç saat sürdü gibi Hindistan’a giden birilerinin merak edeceğini ya da işine yarayacağını düşündüğüm şeyleri anlattım. Burada da uzata uzata başımıza gelenleri anlattım:) İsteyen istediğini okusun, sadece birini merak eden diğeriyle uğraşmasın boşuna diye.

Şimdi artık Hindistan’da tuttuğum notlar bittiğine göre biraz da döndükten sonra düşündüklerimizi, aklımızda kalanları, oradayken yazmayı unuttuklarımı anlatayım. Bir sürü şeyi insan orada debelenirken fark etmiyor çünkü:) Ondan sonra da Çin ve Japonya notlarına geçerim artık:) Ama tabii onlar bu kadar ayrıntılı olmayacak çünkü o zaman her yaptığımız şeyi not almıyorduk:) Bunu bu sene çıkardım başıma, ama çok da iyi oldu. Neyse:) Şimdilik bu kadar yazayım, üç vakte kadar da döndükten sonra aklımızda kalanları yazmaya başlayacağım:)



Hindistan 18: 22 Ekim 2006 – Mumbai
Şubat 6, 2007, 8:18 pm
Filed under: gezi notları, Hindistan, mumbai

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)

Bugün Hindistan’da 18. ve son günümüz. Yarın bu saatlerde evde olacağız:) Bakalım ev yabancı gelecek mi. Nedense bana hep öyle olur. Yabancı bir ülkeye gidince, dönüşte geçtiğimiz yollar da ev de çok düzenli ve uzun süredir gelmediğim bir yer gibi gelir. Bir de reklamlar. Uçaktan inip bir taksiye bineriz, önce şoför havalarla ya da son günlerde olanlarla ilgili genel bir giriş yapar:) ondan sonra eve girer girmez televizyonu açar şöyle bir reklamlara bakarım. Eğer değişmişlerse insan bir haftadır da evden uzak olsa, büyük bir tatil yapmış gibi gelir:) Yani bana böyle oluyor, herkesi bilmiyorum:) Bir keresinde de herhalde tam yeni dönemin başlangıcında mı gitmişiz neyse döndüğümüzde bütün programlar ve reklamların çoğu değişmişti:) Hatta iki yeni şarkıcı bile çıkmıştı:) İki haftalık tatil üstümüzde 6 ay etkisi bırakmıştı:) Televizyonun tatil uzatmak gibi böyle de bir yararı var:P Neyse:)

Aslında Mumbai’de bir gün daha kalmak istiyorduk, çünkü gezilecek yerleri bitirdikten sonra bir süre de ortalıkta boş boş dolanmak daha iyi oluyor. İnsan gittiği yerle ilgili bir şeyler düşünüyor, orada yaşanır mı yaşanmaz mı, yapılacak bir şeyler var mı, insanlar ne yapar falan gibi şeylere daha rahat dikkat edebiliyor. Biz iki buçuk günde ancak koştura koştura gidilecek yerleri dolaşabildik tabii. Bir günümüz daha olsa biraz da boş boş dolanırdık. Ama uçak her gün olmadığı için yapamadık. Bugün gitmezsek ancak iki gün sonra dönebiliyoruz. O da fazla uzun oluyor artık. O yüzden bugün Mumbai’nin kalan yerlerini de görüp bitirdik, şimdi de havaalanında uçağın saatini bekliyoruz.

Mumbai-İstanbul uçağı sabaha karşı 04.55’te. Saat 9’dan beri buradayız, şimdi saat 01.30 ve hala bizim uçakla ilgili işlemlere falan başlamadılar. Üstteki salonda oturuyoruz saatlerdir. Neyse ki koltuklar boş. Yoksa aynen otele dönerdik herhalde:) Havaalanını falan sonra anlatırım. Önce bugün yaptıklarımızı anlatayım. Hem bu arada zaman da geçer:)

Sabah dokuz buçuk gibi taksiye binip Mahalaxmi Dhobi Ghat’a gittik. Yani Mumbai’nin çamaşırhanesine:) Dhobi Ghat aslında Mumbai’de en çok görmek istediğimiz yerdi. Ama dün akşam oteldeki adam Diwali’nin ilk gününün ertesinde orada çalışanların hepsi akşamdan kalma olur, pek işe gelen olmaz deyince göremeyecek miyiz diye biraz telaşlanmıştık. Sabahın köründe çıktık gittik. Gerçekten de pek kalabalık değildi ama adamın söylediği kadar boş da değildi ortalık. Dhobi Ghat, Mumbai’nin çamaşırhanesi. Yani çeşitli yerlerde toplanan giysilerin bir arada yıkandığı yer. Küçük küçük bölmeler yapmışlar. Her birinde başka bir şey yapılıyor. Birinde sabunluyor, öbüründe yıkıyor, öbüründe çalkalıyor, en son da tepelerindeki iplere asıyorlar. Burada 5000 kişi çalışıyormuş diye okumuştum. Biz gittiğimizde ortalık sakindi ama yine de ne olduğunu görebildik. Aslında herkesin işte olmaması iyi bile olmuş olabilir. En azından sakin sakin nerede ne yapıldığına falan bakabildik, kalabalık olsa belki de pek bir şey görülemeyebilirdi.

Mahalaxmi tren istasyonunun kapısının hemen yanındaki Mahalaxmi Dhobi Ghat’tan çıkıp Mahalaxmi Temple’a gittik. Burada her yerin adı Mahalaxmi, çünkü Mahalaxmi bu bölgenin adı. Burası yeni apartmanların olduğu geniş bir alan ve bugün burada ilk defa korna çalmayın diye bir tabela gördük. Hindistan için gerçekten çok farklı bir durum çünkü ilk günden beri her yerde “horn please” yazıları görüyorduk. Yani korna çalın:) Bütün otobüslerin, taksilerin, rickshawların üzerinde koca koca “horn please” yazıyor her yerde. O kadar çal çal dedikten sonra burada da çalmayın demişler işte:) Ama sanırım burası daha yeni bir konut bölgesi. Herhalde o yüzden burada kurallar farklı. Çünkü yoksa şehrin içinde durum yine aynı. Herkes daat daaaaaaaaaaat!!! diye dolaşıp duruyor:)

Bindiğimiz taksiyle hiç korna çalmadan Mahalaxmi Temple’a gittik:) Aslında yakınmış ama son günümüz ya, kaybolup falan zaman kaybetmeyelim diye yolu aramakla uğraşmayıp taksiye bindik. Aslında elinde doğru dürüst bir harita olsa, insan yolunu bulur tabii ama Hindistan’da haritalar gerçekten kötü. Devletin bir uygulaması mıdır nedir, hiçbir yere haritadan bakarak rahatça gitmeniz mümkün olmuyor. Ya önemli bir caddeyi koymamışlar, ya mesafeleri farklı oranlarda küçültmüşler, ya yerlerin adını haritaya koymamışlar. Gerçekten kötü haritalar yani. Bir yer yürüyüş mesafesinde görünüyor mesela. Bakıyorsun en fazla bir kilometre. Bir çıkıyorsun yola ki git git bitmiyor, karşına haritada görünmeyen yollar çıkıyor. Şaşkın şaşkın bakınırken de halinizden durumu anlayan rickshawcular hemen etrafınızı çeviriyor tabii. En iyisi haritayı falan bir kenara bırakıp başının çaresine bakmak:) Zaten pek harita da satılmıyor. Buldukça almaya çalışıyoruz ama öylesine çıkarılmış gibi hepsi, yazıları bile okunmuyor.

Neyse işte taksiye binip Mahalaxmi Temple’a gittik. Burası bir Hindu tapınağıydı ve sanırım Diwali olması nedeniyle herkes buraya akın etmişti. Tapınağa adını veren Mahalaxmi, her türlü zenginliğin tanrısıymış. Daha fazla bilgi, para, başarı için bir çok insan burada sıraya girmiş, tapınağa ulaşmaya çalışıyordu. Ama tabii hepsi farklı bir şeyler istiyor tanrıdan. O yüzden de içeri girerken isteklerine göre farklı farklı şeyler götürüyorlar. Tapınağa giden yolun iki tarafı tamamen tezgahlarla doluydu ve bunların bazısı ipler, süsler gibi şeyler, bazıları çiçekler, bazıları meyveler, bazıları da yine isteğe göre tapınağa götürülecek başka şeyler satıyorlardı. İnsanlar yol boyunca bunlardan istediklerini alıp tapınağa gidiyordu. Gelenlerin çoğunun elinde lotus çiçeği, meyve ve leblebi gibi küçük bir şeyler vardı. Ne anlama geldiklerini soramadık ama en popüler şeyler bunlardı yani:)

Bir sürü insan ellerinde hediyeleri kapıda sıraya girmişti. Ama içeri girmek de öyle kolay bir şey değil. Kadınlarla erkekler ayrı ayrı girip, farklı sıralardan ilerliyor bir kere. Sonra giriş ve çıkış yolları da demirle uzun bir süre ayrılmış ki insan çıkışta ayakkabısını koyduğu yere gelebilmek için 200 metre çıplak ayakla yürüsün:) Neyse biz içeri ayrı ayrı girip birbirimizin ayakkabısını çıkışta yan tarafa uzatarak yürümekten kurtulduk. Yanımızda böyle durumlar için galoş da vardı, yere bastık sayılmaz yani. Ama bir sürü insan içeri ayakkabılarını çıkararak girebileceğini, sonra da tekrar almak için yürüyeceğini i anlayınca girmekten vazgeçti. Herhalde normalde bu kadar kalabalık olmuyor bu tapınak, çünkü bu şaşırıp girmekten vazgeçenlerin hepsi Hintliydi. Zaten o hengamede tapınağa girmeye çalışan tek turistler de bizdik:)

Neyse zar zor içeri girdik, uzun bir sırada 15 dakika kadar bekleyerek içinde ne yapacağımızı bilmediğimiz odaya geldik:) Tapınağın bütün içi insanların düzenli bir şekilde bu küçük odaya girmesi için sıralara bölünmüş. Kıvrıla kıvrıla odaya doğru ilerliyorsunuz. Sonunda içeri girince de bizim gibi şaşkın şaşkın bakıp çıkıyorsunuz:) Tabii onlar ne yapacaklarını biliyor, şaşkın bakan biziz:) Ama anladığımız kadarıyla gördüğümüzü anlatayım yine de:) Getirdiklerinizi oradaki görevliye veriyorsunuz, o da onları tanrı heykelinin önündeki ızgaraya atıyor. Sonra oradan bir şeyler alıp size veriyor. Biriyle konuşmadığımız için tam da emin değiliz ama sanırım istedikleri konudaki zenginliği temsil eden şeyi tanrının önüne atarak isteklerini iletmiş oluyorlar, sonra da onu evlerine götürüyorlar. Bilsek bir lotus çiçeği de biz götürürdük:) Aslında gidince bu yapılanların ne olduğunu öğrenip daha doğru bir şekilde yazsam daha iyi olur herhalde. Çünkü bu yazdıklarım tamamen bizim tahmin ettiğimiz açıklama, yaptıkları şeyler bunlardı da anlamlarını uyduruyorum yani:)

Ama bir şeyi oradaki kadınlara sorduk. O yüzden biliyoruz. Onu anlatayım ben en iyisi:) Bu tanrı heykelinin olduğu odadan çıkınca herkes o odanın arkasında geçen bir yoldan yürüyerek çıkışa doğru gidiyordu. Bazı insanlar da odanın arka duvarının önünde durmuş duvara para yapıştırıyordu. Meğer duvar biraz nemliymiş. Siz bir dilek dileyip bir parayı başparmağınızla duvara bastırıyormuşsunuz. Bıraktığınızda para düşerse dileğiniz olmayacak, yapışır kalırsa da olacak demekmiş:) Annem de yapıştırdı. Ama Mahalaxmi annemi nazikçe başından attı:) Annemin parası ne duvara yapıştı, ne de düştü. Parmağına yapıştı kaldı. Yanımızda bekleyip bizim sonucun ne olacağına bakan kadınlar da gülmekten öldü:) Normalde böyle bir şey pek olmazmış, ya düşermiş ya yapışırmış:) Mahalaxmi bizi dinlemedi bile yani:)

Biz de çıktık tapınaktan ne yapalım. Yürüyerek bu sefer de biraz ilerideki Müslüman dergahına gittik. Yani Hajı Ali Dergah’a. Burası özellikle yapısı açısından farklı bir yer çünkü dergah denizin ortasında. Uzun ince bir yoldan yürüyerek ulaşılıyor. Tabii yol boyunca dizilmiş dilenciler sizi bezdirip kaçırmazsa. Böyle arka arkaya iki ayrı dinin tapınağına gidince insanın daha çok dikkatini çekiyor tabii. Aynı bölgede, yan yana iki tapınağın çevresi birbirinden bu kadar nasıl farklı olur çok şaşırdık. Mahalaxmi Temple kalabalıktı, itişe kakışa giriliyordu ama ortada bir dilenci bile yoktu. Herkes kendine göre bir karar vermiş, bir şeyler almış tapınağa götürüp çıkıyordu. Hajı Ali Dergaj’ın yoluysa tamamen dilencilerle doluydu. Hatta üçlü dörtlü gruplar oluşturmuş birlikte duruyordu çoğu. Kolu olmayan ve ya Allah diye bağıran iki grup vardı mesela. Yerde güneşin altında yatarak bir çember oluşturmuşlar, sürekli bağırıp vücutlarını titretiyorlardı. Gerçekten çok kötüydü yani. Ama biz esas niye bu iki yerin önü bu kadar farklı diye merak ettik. Yani fakirlik, hastalık gibi şeylerse nedeni, Hindular da aynı yerde yaşıyor, hatta gördüğümüz kadarıyla onların şartları daha kötü. Gittiğimiz bütün şehirlerde Müslümanlar belli bölgelerde yoğunlaşmış, dükkanlar açmış, ticaret yapıyordu. Hindularla ise daha çok rickshawlarda çalışırlarken karşılaştık. Yani onların durumu daha kötü gibi görünüyor. Böyle bir şeyin içinden, tabii konuyla ilgili hiçbir bilgimiz olmadan akıl yürüterek çıkamayız. Ama havaalanına gelirken taksiciye sorduk. Adam evet öyle bir fark olması normal, çünkü Müslümanlar birbirini kollamıyor, halbuki bizde bir sorunu olana destek olunmaya çalışılır dedi. Nedeni bu mu bilmiyoruz ama böyle bir şey de dikkatimizi çekti işte. Onu da yazayım dedim.

Neyse. Hajı Ali Dergah’tan çıkıp yine yürüyerek yakındaki bir alışveriş merkezine gittik. Orada oturup bir şeyler yedik, biraz dinlendik, kahve içtik ve çıkıp Mumbai’nin Red Light District’ine gittik. Her yeri gördük bari orası da eksik kalmasın diye:) Taksici bizi Kamathipura bölgesinin orta yerinde, burası merkezdir deyip indirdi. Biz de sokaklarda yürümeye başladık. Küçük iki katlı ve gerçekten çok pis görünen evler vardı ve çoğunun önünde yerde kadınlar oturuyordu. Bir süre sonra bir adam peşimize takılıp bizi sokağın birine doğru çekiştirmeye başlayınca olay yerini hızlı adımlarla terk ettik:) Adamlar da anlamadı herhalde, çekirdek aile olarak gelmişiz orada dolaşıyoruz falan. Adam bir şansımı deneyeyim dedi herhalde. Neyse oradan koşarak uzaklaşıp:) ana caddeye çıktık. Meğer buranın hemen önü yüksek apartmanların, kocaman yeni bir alışveriş merkezinin, yeni evlerin olduğu temiz pak bir bölgeymiş. Yine aynı şey oldu yani. Birbirinin zıttı bölgeler yan yana gelişmiş, öyle birlikte yaşayıp gidiyorlar:) Kocaman pahalı evinizden çıkıp bir adım atıyorsunuz, Red Light District.

Biz de Red Light Distrcit’ten attık adımımızı, yeni yapılmış büyük alışveriş merkezi City Center’a girdik:) 18 gündür her bulduğumuz alışveriş merkezine koşuyoruz, şöyle alıştığımız gibi bir yer çıkar, hem yemek yer, hem marketinden bir şeyler alırız, biraz da dolanır çıkarız diye. İlk defa bugün böyle bir yer bulabildik. O da sanırım daha dün falan açılmış:) Yemek katında oturup bir çay içip, cheesecake yiyelim dedik, satıcı çocuk o kadar heyecanlandı ki istediklerimizi tam olarak alabilmemiz yarım saat sürdü:) Zaten daha kasaları falan bile gelmemiş. Elle fiş kesiyorlar, eşyaları nasıl kullanacaklar, ne yapacaklar emin değiller. Bugün bile açılmış olabilir gittiğimiz yer, o kadar telaşlıydılar. Babam da biraz ileriden makarna aldı. Oradaki çalışanlar da aynı durumdaymış:) Ama gerçekten son günümüzde de olsa şöyle istediğimiz gibi bir yer bulduk ya artık gönül rahatlığıyla eve dönebiliriz:) Neyse:) Yemek yedik, markette dolaşıp uçağı beklerken yemek için sandwich yapacak bir şeyler aldık. Sonra da yine bir taksiye binip otelin yakınına, Flora Fountain’a gittik.

Flora Fountain 1869’da yapılmış, beş ana yolun birbirine bağlandığı noktada duran bir heykel. Buradan bir yol doğruca Victoria Terminus, yani VT, yeni adıyla söylersem de CST’ye gidiyor. Bu isim değişiklikleri bütün Hindistan’da çok yaygın. İngilizlerin zamanında koyduğu isimlerin çoğu bugün ya değiştirilmiş ya da değiştirilmeye çalışılıyor. Süreç daha devam ettiği için de şu anda bir çok şeyin iki ismi var:) Mesela bir sürü insan Mumbai’ye hala Bombay diyor. Çoğu caddenin iki adı var. Mesela Kalküta’da kaldığımız otelin olduğu caddenin adı hem “Free School” hem de “KYD” olarak geçiyordu:) Buranın da iki adı var işte. VT ve CST:) Burası aslında bir tren istasyonu, ama değişik bir bina olduğu için, daha doğrusu istasyon ve çevresi Londra’daymış gibi bir his uyandırdığı için:) görülecek yerler arasında en başlarda sayılıyor.

VT’yi de şöyle bir dolaştıktan sonra geldiğimiz yoldan geriye, Flora Fountain’a, oradan da bizim otele yürüdük ve böylece Mumbai gezisini ve tabii Hindistan gezisini de bitirmiş olduk.

Otelde biraz oturduk, zaman geçirdik, sonra da bindik taksiye havaalanına geldik işte:) Şimdi de bekliyoruz bizi artık içeri alsınlar diye:) Sanırım artık birazdan alacaklar çünkü Türkçe konuşan bir görevli geldi:) Gidiyoruz:) Yarın bu saatlerde evde olacağız. İyi uykular:)

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)



Hindistan 17: 21 Ekim 2006-Mumbai
Şubat 3, 2007, 2:39 pm
Filed under: gezi notları, Hindistan, mumbai

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)

Mumbai’yi dolaşmaya başladık:)

Bugün saat 10 buçuk gibi otelden çıkıp Gateway of India’ya gittik. Burası Mumbai daha Bombay’ken ve İngilizlerin yönetimindeyken şehrin kapısıymış. Gelen gemiler ilk bu kapıyı görür, buraya yanaşır, Mumbai’ye buradan girilirmiş. 1924’te İngilizler kenti terk ederken de bu kapıdan çıkmışlar. Şimdi artık sadece Elephant Island’a giden motorlar şehri bu kapıdan terk ediyor ama olsun:) Yine de Gateway of India, Mumbai’nin en önemli gezilecek yeri. Hindistan’a gelen turistler genelde filmlerde fotoğraflarda gördüğümüz Hindistan’a benzeyen kuzey kısımda dolaşıp, Goa gibi yerler dışında güneye pek inmediği için Mumbai de çok turist alan bir yer değil. Tabii buraya gelen de birçok turist var, bizim gibi:) ama yani kuzeye göre daha az. Bu az sayıdaki turistin de Mumbai’yi şöyle bir hemen görüp gitmesi gerekiyorsa, gitmesi gereken yer Gateway of India. Çünkü bu noktaya gelince görülecek yerlerin çoğunu görmüş oluyorsunuz:) Kapının kendisi önemli zaten, sonra hemen karşısında Taj Mahal Hotel var, burası da görülecek yerlerden. Biraz ileride Prince of Whales Museum var. Onunla aynı hizada Colaba denen, hediyelik eşyalar, ıvır zıvırlar satan cadde var. Ve tabii Elephant Island’a giden motorlar da buradan kalkıyor.

Biz de gezimize Gateway of India’dan başladık ve önce kapının etrafında biraz dolanıp, motorla Elephant Island’a gittik. Gateway of India için kitaplarda, halk burada toplanır, buluşma noktasıdır gibi şeyler yazıyordu. Herhalde gittiğimiz saatle de ilgili tabii ama biz oradayken sadece kocaman balonlar ve şapkalar satan satıcılarla, turistler vardı kapının çevresinde. Satıcılardan kaçışa kaçışa kapının etrafında şöyle bir döndükten sonra bilet alıp adaya giden motorlara bindik. Bilet satan iki kulübe ve insanı kulübeye ulaşmadan çevirmeye çalışıp ellerindeki bileti satmaya çalışan insanlar vardı. Öyle göz göre göre sahte bilet mi satıyorlar, yoksa adamların düzeni mi böyle anlamadık ama resmi olduğunu düşündüğümüz yerden biletimizi alıp, motora bindik.

Yol tam bir saat sürdü. Bir ara askeri gemilerin olduğu bir yerden ve sonra da gaz kokusu gelen, muhtemelen lpg tankı falan olan bir yerden geçip adaya ulaştık. Bu arada yol boyunca sürekli yanımızdan kelebekler uçtu. Nereden çıkıp geldiler anlamadık. Denizin ortasında bir anda yanınızdan uçmaya başlıyorlar. Uzun bir süre yanınızda geliyorlar, sonra yavaş yavaş denize yaklaşmaya başlayıp sonunda da yorulup suya düşüyorlar:( Sonra yenisi çıkıyor. Buraların yunusu da bu kelebekler herhalde:)

Elephant Island’a varınca önce biraz yürüyüp bir kapıya geldik. Rs5’e adaya giriş biletini aldık ve karşımıza çıkan 500 metrelik merdivenlerden tırmanmaya başladık. Bir yandan da adamlara gülüyoruz. Sen turistlere bu kadar yol getir. Motora Rs120 al. Burada artık gelmişler bir kere, ne istesen verecekler, ondan sonra esas giriş biletini Rs5’e(150 kuruş ediyor) sat diye:) Tabii merdivenlerin sonunda durum anlaşıldı:) Meğer bu bizim ilk verdiğimiz Rs5 sadece, bu tırman tırman bitmeyen dik merdivenler ve yol boyunca dizilmiş hediyelik eşya standları içinmiş:) Esas kapı yukarıda, Elephant Caves’in yani mağaraların girişindeymiş. Bilet de Rs250+içeri kamera da sokacaksanız Rs25:)

Aldık ikinci bileti de içeri girdik. Elephant Island adanın adı ama burada asıl görülecek yer bu yukarıdaki Elephant Caves. Bunlar MS 450-750 yıllar arasında yapıldığı sanılan içlerinde taşlardan oyularak yapılmış çeşitli büyük heykeller olan mağaralar. Hemen girişte karşımıza çıkan mağara en büyüğüydü. İçinde kocaman Shiva heykelleri vardı ve ilginç bir yerdi. Ama sanırım bazı kısımlarını yeniden yapmışlar. Oradaki görevliye sorduk, o da iki sütun dışında her şey eski dedi, ama bazı yerlerdeki taşların içinde demirler vardı.

Neyse mağaraları dolaştık, çıktık dışarı, biraz oturup bir şeyler içtik ve sonra yine geldiğimiz gibi merdivenlerden aşağı indik. Bu arada ben de kendime bir Ganeshli tshirt aldım. Çünkü artık yarın gidiyoruz buradan, hala şöyle Hindistan’ı hatırlatacak değişik, küçük bir şey bulup alamadık. Bir buzdolabı süsü bile yapmamışlar:) Ganeshli tshirt iyi oldu ama. Ganesh bir Hindu tanrısı. Fil şeklinde ve şans, mutluluk, akıl gibi iyi şeylerin hepsinin altından kendisi çıkıyor:) Ayrıca da çok sevimli:) Aslında benim bu tshirtü aldığım yerde bir sürü komik tshirt de vardı. Ben bu filliyi aldım ama mesela bir tanesinde Hindistan’da nasıl 24 saat içinde deveye dönüşülür yazıyordu. Altında da 24 karede, yani Hindsitan’da geçirdiğiniz ilk 24 saatte şaşıra şaşıra nasıl şeklinizin değiştiği ve en sonunda bir deveye dönüştüğünüz gösteriliyor. Sonra bir de “omlette” vardı. Om ayrı yazılmış, Lette ayrı. Altında da ruhun gıdası yazıyor:) Bir de deli gibi giden rickshawlarla, kalabalıkla ilgili espriler olan tshirler vardı. Güzel bir dükkandı yani:)

Sonunda merdivenlerin sonuna ulaştık. Motorun olduğu yere bu sefer arada çalışan küçük trenle gittik. E o kadar merdiven inip çıkmışız tabii bu sıcakta. İnsan 200 metre de olsa yürümeden, oturarak gitmeyi tercih ediyor:) Motora bindik ve yine bir saatlik yolculuğun sonunda Gateway of India’ya döndük. Balon satıcıları üstümüze doğru koşmaya başlayınca kaçarak uzaklaştık:)

Hemen yolun karşısında Taj Mahal Hotel vardı. Kitapta yazdığına göre 100 yıl önce Hintli bir işadamını Mumbai’deki bir Avrupa oteline almamışlar. O da siz beni almazsanız ben de kendi otelimi yaparım deyip Taj Mahal Hotel’i yapmış:) Şimdi Taj Mahal Hotel, Mumbai’nin en ünlü oteli. Hatta gezilecek yerler arasında adı geçiyor:) Biz de girdik içine, şöyle bir dolandık ve çıkıp iki sokak arkadaki mcdonaldsa gittik:)

İki sokak arkası dediğim yer de Colaba Causeway. Yani başka bir gezilecek yer. Yemekten sonra burada da biraz yürüdük, dolaştık. Okuduğuma göre burada sanat galerileri ve hediyelik eşya satan dükkanlar olması lazımdı. Biz sadece hediyelik eşya dükkanlarını görebildik ama yine de canlı bir yerdi.

Colaba’da dolaşmamız da bittikten sonra bindik bir taksiye önce Churchgate istasyonuna gittik. Buradan trene biner şehrin yeni kısımlarına gideriz diye. Ama hem iş çıkışı olduğu için çok kalabalıktı hem de bilet parası oraya taksiyle gitsek vereceğimizden çok tutacaktı, biz de vazgeçtik. Çıktık yakındaki diğer gezilecek yerlere bir baktık. Önce Fashion Street’e sonra da Chor Bazaar’a. Fashion Street, bildiğimiz, üstüne marka basılmış sahte malların satıldığı pazar yeriydi:) Tabii benim okuduğum forumlara falan yazanlar genelde Amerika ve Avrupa’dan olduğu için ne bilsinler, markaları görünce gerçek sanmışlar:) Her yerde yazıyordu, en ünlü markalar çok ucuza satılıyor falan diye:) Bir gittik bildiğimiz pazar:) Bir ara bizde de lacoste böyle satılırdı ya. Avrupa’dan falan gelenler bir sürü alıp ülkelerine götürürdü:)

Fashion Street’te bir şey yoktu yani. Bindik bir taksiye bu sefer de Chor Bazaar’a gittik. Burada da eski eşyalar, eskiden hippilerin parasız kaldıkça sattığı eşyalar, ıvır zıvırlar satıldığını okumuştum. Bizim gittiğimiz yer iftar telaşı içinde bir Müslüman mahallesiydi:) kimsenin bir şey satmakla falan ilgilendiği de yoktu tabii:) Orada da yapacak pek bir şey bulamadık yani. Bari binelim bir taksiye de şu Malabar Hills’teki parklara gidelim dedik.

Mumbai’nin gezilecek yerleri arasında iki de park geçiyordu. Kamala Nehru Park ve Hanging Gardens. İkisi de dün gitmeyi düşünüp de gitmediğimiz Malabar Hills’te. Burası Mumbai’de yaşayan zenginlerin oturduğu bölgeymiş ve bu parklar da özellikle bütün sahil şeridini gören manzaralarıyla ünlüymüş. Taksiciye zar zor nereye gitmek istediğimizi anlatıp, taksimetreyi de açtırdık. Adam her zamanki gibi bizden çok para istedi ama Mumbai için taksimetre okuma çizelgesi vardı yanımızda:) Hemen soktuk adamın burnuna nonono diye:) Taksiden indik, parka girdik. Ama bir kere daha anlatılanla gerçekte olan tutmadı:) Meğer iki park da en fazla 300 metre genişliğinde, insanlar akşamları biraz çime bassın diye yapılmış yerlermiş:) Gelmişken biraz etrafa bakındık. Bir o parka bir diğerine gittik, o sırada da saat yediye yaklaşmaya başladı.

Dün otelci söylemişti. Diwali kutlamaları saat 7, 7.30 gibi başlar, Malabar Hills ve bütün sahil şeridinde zengin aileler birbirleriyle yarış yapmak için havai fişek atar diye. Siz saat 7.30 gibi kendinize güvenli bir yer bulup saklanın, öyle seyredin demişti:) Öyle kaçıp saklanacak korkunç bir durum yoktu:) ama gerçekten de saat 7 gibi havaifişek atmaya başladılar:) Biz de bir taksiye binip otele döndük. Biraz otelden seyrederiz, sonra da duruma göre neresi hareketliyse oraya gideriz diye.

Diwali Hindistan’ın en önemli festivallerinden biri. Hatta Hinduların yeni yılının başlangıcı. “Festival of Lights” diyorlar. Saatlerdir süren havaifişek gösterilerinin nedeni de festivalin ışıkla olan bu bağlantısı. Sanki biraz abarttılar ama neyse:) Diwali 5 gün sürüyor, genelde Ekim ya da Kasım’a denk geliyor. Belli bir tarihi yok çünkü bizdeki bayramlar gibi zamanı her sene değişiyor. Mesela bu yıl 21 Ekim’de başlıyor, gelecek sene, yani 2007’de de 9 Kasım’da başlayacakmış.

Diwali artık temelinde yatan anlamı kaybedip bir alışveriş çılgınlığına dönüşmeye başlamış. Biz bunu anlayacak kadar burada kalmadık tabii, ama kaç gündür bütün gazete ve televizyonlarda bundan söz ediyorlar:) Diwali çok değişmiş:) Hatta bu sabahki gazetede buranın bazı ünlü şarkıcı ve oyuncuları “aaaah ah, nerde o eski bayramlar” ve “çocukken Diwali’yi bütün yıl beklerdim” başlıklı, bize gayet tanıdık gelen röportajlar yapmışlardı:) Aaah ah, eski Diwaliler de yok artık:) Ama gerçekten de alışveriş çılgınlığı tanımı doğru. İstatistiklerle falan anlatıyorlardı dün. Altın satışları Diwali zamanı iki katına çıkıyormuş. Beyaz eşya, araba gibi şeyler de Diwali döneminde her zamankinden çok satıyormuş. Şimdi verdikleri sayıları hatırlamıyorum ama gerçekten çok fazlaydı. Neredeyse alınacak ne varsa Diwali zamanı alıyorlarmış yani:)

Ama tabii Diwali aslında bir alışveriş festivali değil. Işık festivali. İnsanlar evlerinde hazırladıkları köşelerde özel Diwali mumları yakıyorlar, balkonlarına, sokaklara çeşit çeşit Diwali fenerleri asıyorlar. Bir de havaifişekler var tabii. Her yeri kaplayan bu ışık, iyinin kötüyü yenmesini simgeliyormuş. Evlerde yakılan mumların, balkonlardaki fenerlerin kötülüğü o evden uzak tutacağına inanılıyormuş. Kaküta’dan Diwali’yle ilgili bir kitap aldım. Biraz daha fazla şey öğrenebilirsem Diwali’yle ilgili daha fazla şey anlatırım, ama şimdilik bu kadarını biliyorum:)

Bir de saat 12’ye yaklaşırken hala havai fişeklerin bitmediğini biliyorum tabii:) Saat sekiz gibi otelde biraz dinlenip çay içiyorduk ki havai fişeklerin artık bayağı şiddetlendiğini fark ettik. Elimizde çaylarımız otelin çatısına çıktık:) Yukarıda koltuklar falan da vardı, oturduk bir güzel hemen karşımızdaki kriket stadyumundaki gösteriyi seyrettik:) Çaylarımız bitince sahil yoluna gittik. Her yerden fişekler, maytaplar fışkırıyordu. Ama birkaç yerden özellikle çok güzel, büyük havai fişekler patlatıyorlardı. Onlar herhalde bizim oteldeki adamın söylediği birbiriyle yarışan ailelerdi:) Onların dışında da bir sürü insan ne bulursa patlatıyordu ama. Herhalde bu gece fazla ortada dolanmamak lazım. Sahilde gösterileri izleyen insanlarla birlikte biraz durduktan sonra baktık bir çok insan da oradaki dondurmacıdan dondurma alıp bizim otelin yolunda yürüyor. Madem adet böyleymiş biz de hemen aldık dondurmalarımızı yürümeye başladık:) Bu arada da her geçtiğimiz yerde arkamızdan bir şey patladı. Bazı parçalar da patlamadan kalıyor mudur nedir. Her yer patır patır patlıyordu. Yolda şöyle bir gidip gelip, dondurmamızı bitirip, bir de dün aldığımız güzel kekten alıp otele döndük:) Şimdi saat 12’ye geliyor ve hala her yer patlıyor:)

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)



Hindistan 16: 20 Ekim 2006-Mumbai
Ocak 31, 2007, 11:30 am
Filed under: gezi notları, Hindistan, mumbai

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)
Hindistan’daki son durağımız olan Mumbai’ye geldik. Havaalanından çıkışımız, otele gidişimiz falan akşamı buldu, o yüzden sadece otelin çevresini ve yakındaki sahil yolunu görebildik ama gördüğümüz kadarıyla burası bayağı güzel bir yer. Sonunda şöyle babamın istediği gibi bir otele de denk geldik:) Ben Kalküta dışındaki bütün otelleri evdeyken internetten, Lonely Planet’tan falan bakarak seçmiştim. Mumbai’ye de en iyi olduğunu düşündüğüm oteli koymuştum ki Hindistan’dan ayrılışımız iyi bir otelden, güzel olsun:) Neyse ki otelle ve çevresiyle ilgili doğru düşünmüşüm. İkisi de çok iyi çıktı. Hele otelin yeri çok güzel:) Yanımızdaki bina Ambassador Oteli, karşımızda stadyum var, otelin üstünde bulunduğu yol Bağdat Caddesi gibi bir yer, sürekli hareketli, kafeler, restoranlar, dondurmacılar var, insanlar yürümeye geliyor ve Marine Drive, yani sahil şeridi de 100 metre ileride:) Bir otelin yeri ancak bu kadar iyi olur yani:) Neyse, önce Mumbai’ye gelişimizi falan anlatayım da otele de sonra gelirim.

Sabah 9 gibi kalktık. Eşyalarımızı topladık, hazırlandık. Az daha unutuyordum. Dün gece odada fare gördük:) Gece 3 civarında annem kalkın kalkın odada fare var diye bizi uyandırdı. Kalktık, yiyecekleri falan iyice sarmaladık. Neyse yiyecek çantamız kapalıymış, ona girmemiştir. Ama yine de bütün eşyaları bir araya topladık, fazla üstlerinde dolaşmasın diye. Sonra da oturduk beklemeye başladık:)Sonunda karşımızdaki koltuğun kenarından burnunu çıkardı:)Bizi görünce telaşa kapıldı, koşarak odanın öbür tarafına kaçmaya çalıştı, olmadı koltuğa geri döndü:) Küçücük de bir şey, korkudan ölecekti az daha. Kaç gündür sokaklarda dolaşırken görüyoruz aslında, kocaman sıçanlar var her yerde. Diğer şehirlerde de vardı, Kalküta’da da. Sonra maymunlar var. Bazı binaların duvarlarında, pencerelerinde dolaşıp duruyorlar. Neyse ki bize küçük bir fındık faresi düştü yani:) Kalküta’daki son gecemizde böyle de bir macera yaşadık:)

Sonra sabah 9’da kalktık. Giyindik, toplandık, taksiye binip havaalanına doğru yola çıktık. Trafik yine çok sıkışıktı. O yolu, o trafikle İstanbul’da gitseydik taksimetre herhalde 200 milyon falan yazardı, burada 7.5 YTL verdik:) Bizde taksi pahalı mıdır nedir:)

Yol bir saat sürüp, trafik de çok sıkışık olunca biz de bir sürü fotoğraf çektik arabanın trafiğe takıldığı yerlerde. İstanbul’a döndüğümde gözlerim çekikleşmiş olacak herhalde. Tam Japon’a döndük burada:) Her şeyin fotoğrafını çekiyoruz:) Ama bugün taksiden çektiklerim çok hoşuma gitti geçekten. Bir sürü renkli yerden geçtik. Meğer bizim otelin 100 metre ilerisi çöplükmüş:) Zaten Hindistan’da nereye gitsek böyle bir durum var. Bir yer temiz pak, yeni olabilir, ama elli adım sonrası mutlaka ya çöplük, ya karanlık bir sokak oluyor. Sonra 50 adım daha atıyorsunuz, yepyeni ışıklı bir bina. Biraz geçiyorsunuz, yine bir çöplük. Hep yan yana yani. Arada geçiş bölgesi gibi ikisinin arası bir kısım bile olmuyor. Burada da öyleymiş herhalde. Biz de yürüyüşe hep Park Street tarafından başlamıştık, orada yapacak şeyler de olduğu için. Otelin arkasındaki sokağa gitmemişiz. Gerçi iyi ki de gitmemişiz:) Gitsek aynen geri kaçarmışız:) Böyle taksiyle Japon Japon sokaklardan geçip oraları da görmüş olduk işte:)

Bir saat sonunda havaalanına ulaştık. Biletlerimizi gösterip içeri girdik. Burada adet böyle:) Uçak biletin yoksa parayla giriş bileti alıp, içeri öyle giriyorsun:) Girdik biz de, Jet Airways’e gittik. Baktık bizim uçaktan önce bir Mumbai uçağı daha var. Zaten bilet satan adam da söylemişti. Birkaç uçak var, siz gittiğiniz saate göre bileti değiştirir uçarsınız diye. Herhalde burada herkes böyle yapıyor. Görevli hemen biletlerimizi aldı, yakın saatteki uçakta yerlerimizi ayırıp biniş kartlarını verdi. Bu arada çantalarımızı da bagaja verdik:( Biz hep tek bir küçük çantayla geziyoruz. Böylece çantayı bagaja vermekten de kurtuluyoruz. Çantalar karışır, kaybolur, sonra uçaktan inince iki saat çantaların gelmesini beklemek var. Biz çantalarımızı alıp hemen çıkıp gidiyoruz uçaktan her zaman. Ama bu sefer yapamadık. El bagajı, kabin bagajı ayrımını kaldırmışlar burada. Terör saldırılarından sonra uçaklara hiçbir şey sokulmaz oldu ya, İngiliz ve Amerikan uçaklarında. Bunlar da onlara uymuş meğer. Elinizde tek parça bir çanta olacakmış, içinde hiç sıvı olmayacakmış, az bir şey diş macunu olabilirmiş.. Hayır tamam bir düzenleme yapmış olabilirler de, çantamızı ona göre hazırlamak için üç kere sorduk bilet satan adama. Kaç çanta alıyorsunuz, içine koyulan şeylerde bir sınırlama var mı falan diye. Habire nonono dedi durdu. Sınırlama varsa bilet almayacağımızı mı sandı nedir:) Söylese çantamızı ona göre hazırlar, öyle giderdik. Şimdi şampuanları atmak zorunda kaldık falan. Neyse ki çantaların başına bir şey gelmedi.

Çantalarımızı elimizden aldılar ama uçuş güzeldi bu arada:) Herkes çok güler yüzlüydü, sürekli bir şeyler getirdiler. O her yerde yediğimiz mercimek yemeğinin de en iyisini yedik yolda:) Gerçekten çok güzeldi. Nasıl yapıldığına göre bayağı değişiyormuş. Nereye gitsek bu yemeği veriyorlar. Ama bu Jet Airways’inki çok güzeldi. Eve gidince tarifini arayıp bulalım da biz de yaparız artık:)

Böyle yedire içire bizi saat dört buçukta Mumbai’ye indirdiler. Gittik heyecan içinde çantalarımızı karşıladık. Gelmişler neyse ki:) Tourist information’dan harita aldık, hangi otobüse bineceğimizi sorduk. Durakta bekleyip otobüse bindik ve ineceğimiz Flora Fountain durağına kadar 1 saat kalabalık sokaklarda gittik durduk. Geçtiğimiz bazı sokaklar gerçekten çok kalabalıktı. İnsanlar birbirini ezerek Diwali süsleri, fenerler alıyorlardı. Yarın Diwali. Yani Hindistan’ın en önemli festivallerinden biri. Mumbai de Diwali’nin hareketli geçtiği yerlerden biri. O kalabalık da herhalde son dakika bayram alışverişi yapanlardı:) Bir ara korktuk yoksa burada her yer böyle mi. Bizim gittiğimiz yer de böyle kalabalık mı olacak diye:) Ama neyse ki öyle değilmiş. Orası alışveriş bölgesiydi herhalde.

Flora Fountain’a gelince indik, bulduğumuz birine yolu sorduk, tam anlamadı, ama denize yakınmış falan deyince bize otelin olduğu caddeyi gösterdi. Saat 7’ye doğru otelimiz Chateau Windsor Otel‘e ulaştık:)

Otel söylediğim gibi işte. Çok güzel:)Yani oda her zamanki gibi de, yeri çok iyi. Ama diğer kaldığımız otellere göre de pahalı tabii. 3 kişi bir gece Rs2900 veriyoruz. Delhi’de 2100, Jaipur’da 1900, Agra’da ve Varanasi’de de Rs500 vermiştik. Burası Hindistan’da kaldığımız en pahalı otel oldu yani. Ama çok mutluyuz:)

Odaya yerleşip biraz dinlendikten sonra çıktık otelden, deniz kenarına, Marine Drive’a yürüdük. Zaten hemen şurası:) Bir sürü insan deniz kenarında oturuyordu. Bazıları yürüyordu, bazıları da Diwali’yi erken başlatmış maytap patlatıyordu. Maytapların arasında oradan oraya kaçışmayalım diye Chowpatty Beach’e gidiyor mu diye sorup bir otobüse bindik. Benim evde yaptığım plana göre otele yerleştikten sonra çıkıp Marine Drive’da yürüyüp, Chowpatty Beach’i ve Malabar Hills’i görecektik. Malabar Hills’e gidemedik ama Marine Drive’la Chowpatty Beach’i görmüş olduk.

Forumlarda hep Hindistan’a gidiyorsanız plan yapmayın, nasılsa uygulayamazsınız, tadını kaçırırsınız falan yazıyordu. Ama bu seyahat bizim en planlı seyahatimiz oldu ve çok küçük değişiklikler yaparak ne düşündüysek yapabiliyoruz. İyi ki de plan yapmışız. Yoksa bu karmaşada nereden neye binilecek, nereye gidilecek, ne yapılacak derken hiçbir yeri göremeden dönerdik herhalde:)

Neyse:)Bizim Bebek’ten Sarıyer’e kadar olan caddeye benzeyen Marine Drive’da biraz yürüyüp, biraz da otobüsle giderek Chowpatty Beach’e ulaştık. Burası akşamüstleri ve geceleri çok canlı oluyor, insanlar buraya gelip oturuyor, dondurma falan yiyor, etrafa bakıyor diye okumuştum. Biz biraz geç gitmiş olduk ama yine de anlattıkları gibiydi. Aileler kuma serdikleri örtülerin üzerine oturmuş bir şeyler yiyip içiyor, gelen geçene bakıyordu. Çok kalabalık değildi ama hareketliydi. Bir ara iki adam yanımıza gelip kafa masajı ister misiniz dedi. Oraya sahile yatırmışlar insanları masaj yapıyorlardı. Biz istemedik tabii. Belli mi olur ne yapacakları:) Masaj yapıyorum derken bütün parasını çalarlar insanın. Zaten ortalık karanlık, kumlarda koşup adam mı kovalayacağız bir de:)

Chowpatty Beach’i de gördükten sonra yine maytap atan çocukların arasından geçerek Marine Drive’a döndük, biraz daha yürüdük. Bulunduğumuz yerden yukarı doğru çıkan yol Malabar Hills’e gidiyordu aslında, ama artık ona da yarın gideriz deyip taksiyle otelin olduğu caddeye döndük. Biraz da orada dolandık, kek falan aldık, otele döndük. Şimdi de televizyon seyredip çayla kekimizi yiyoruz:) Kek çok güzelmiş bu arada. Neyse:) Yarın Mumbai’yi gezmeye başlıyoruz. İyi uykular.

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)



Hindistan 15: 19 Ekim 2006-Kalküta
Ocak 29, 2007, 9:31 am
Filed under: gezi notları, Hindistan, kalküta

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)

Bugün Kalküta’nın yağmuru ve trafiğinden ağzımızın payını aldık:)O nasıl bir trafik sıkışıklığı öyle anlamadım:) Neyse yağmuru ve trafiği birazdan anlatırım. Önce sabah yaptıklarımızı anlatayım.

Dün gittiğimiz Maidan bölgesiyle birlikte Kalküta’nın gezilecek yerlerini neredeyse bitirmiştik. Bir kaç tapınak vardı ama zaten her yer tapınak:)Hepsine girersek olmaz yani. Görelim dediğimiz sadece Howrah Bridge kalmıştı, bugün sabah da onu gördük işte, gezilecek yerleri bitirdik:)

Ben birkaç yerde Howrah köprüsünün fotoğrafını çekmek yasak, o yüzden bir kıyıdan diğerine geçen motorlara binin, hem köprüyü daha rahat görürsünüz falan diye yazılar okumuştum. Sabah da oteldeki adamlara motorlara binmek için nereye gidelim dedik. Millenium Park dediler, biz de bindik bir taksiye gittik. Burada rickshaw yok, böyle habire sarı kocaman taksilere biniliyor. Bu arada Millenium Park da gezilecek yerler arasında geçiyordu ama küçücük bir parkmış meğer:)Onu da motora giderken gördük böylece.

Kapıdan bilet aldık, iskeleye gittik, şaşkın bakışlarımız arasında tamamen insan dolu bir motor yaklaştı, insanlar kararlı adımlarla bizi ezip geçti ve motor da hemen gitti:) Birinci motoru kaçırdık yani:)Neyse ikinci de hemen arkadan geldi. Bu sefer geçtik en öne, insanlar iner inmez hemen bindik, oturduk. Herhalde o ilk gelen motor trenden falan, bir yerden inenleri taşıyordu, çünkü bizim bindiğimiz o kadar dolu gelmedi. Giderken de boştu neyse ki, oturabildik.

Motor kalktı, 20 dakika süren bir yolculuk sonunda bizi karşı kıyıya, Kalküta’ya gelirken indiğimiz Howrah Tren İstasyonu’nun önüne bıraktı. Biz de bu arada ünlü Howrah köprüsünün fotoğraflarını çektik. O uzaklıktan biraz küçük kaldı ama olsun artık:) Sonra bir ara ben kamerayı aldım, etrafı, köprüyü, motoru falan çekmeye başladım. Tabii hemen dibimden kameranın ekranına bakan adamla birlikte:)Burada kameraya çok garip bakıyorlar gerçekten:)Sanki ilk defa görüyorlarmış gibi. Neden anlayamadık. Çünkü burası aynı zamanda uluslararası şirketlerin, bilgisayar firmalarının ofisler açtığı, yerleştiği bir yer. Etrafta fazla elektronik eşya yok gerçi ama mesela bugün gazetede okuduk, kocaman bir elektronik marketi açılmış, her şey varmış falan. İnsanlar alıyor demek ki. Herhalde insanların gelirleri arasındaki farkla ilgili bir durum bu. Gelmeden önce biraz okumuştuk. Burada bir grup insan, bir şekilde yabancı bir şirkete girip, orada ilerleyerek, zenginleşiyormuş. Şirketler üst düzey çalışanları kendilerini bırakmasın diye onlara çok fazla maaş veriyormuş. Bu yine de onların kendi ülkelerinde verecekleri maaştan az oluyormuş ama buraya göre çok fazlaymış. Bu sistem burada o kadar önemli bir hal almış ki mesela mcdonalds’ta “kariyerinize burada bomba gibi bir başlangıç yapın” gibi ilanlar var:)Sonuçta hamburgerci işte diye düşünüyor insan. Ama uluslararası bir şirket, İngilizce iyice geliştirilebilecek, başarılı olunursa müdür falan olunabilir. Sonra diğer şirketlere geçiş kolaylaşacak. Gerçekten bomba gibi bir başlangıç olabilir yani. İşte toplumun bir bölümü, özellikle bilgisayar mühendisleri ve programcılar şartlarını gittikçe iyileştirirken geri kalanlar hayatlarına olduğu gibi devam ettiği için de insanlar çok farklı hayatlar yaşamaya başlamış. İngilizce konuşmak da bu farklılığın ortaya konmasının en önemli yollarından biri bu arada. Bir anda kendilerine bir hava verip, kaşlarını kaldırıp İngilizce konuşmaya başlıyorlar:) Çok garip geliyor insana. Karşısındaki de Hintli kendi de. Ama içinde bulunduğu ortama göre, mesela pahalı şeyler satılan bir alışveriş merkezinde, ya da uçağa binerken, ya da karşısındakine konumunu göstermek istediği herhangi bir anda İngilizce konuşmaya başlıyor:)Ben de kameradan girdim, bıdı bıdı İngilizce’ye gelmişim. Böyleyken böyle işte. Burada ayda 10 milyonla geçinen de var 100 milyarla geçinen de.

İşte adam kameranın ekranına baka baka Howrah İstasyonu tarafına geçtik. Çıktık etrafa bakındık, ama gezilecek bir yer gibi gelmedi. Döndük yine iskeleye. Bu sefer de başka bir yere giden bir motora bindik:) Yolda yağmur başladı yavaş yavaş. Zaten saati gelmişti. Burada galiba her gün 12-14 arası yağmur yağıyor:)En azından üç gündür böyle. Hava günlük güneşlikken bir anda kapatıyor, 1, 1.5 saat çok şiddetli yağmur yağıyor, sel bastıktan sonra da hava yine açıyor:) Herkes de alışmış.

Motordan indikten sonra bir taksiye binip BBD Bagh’a gittik. BBD Bagh anladığımız kadarıyla resmi binaların falan olduğu bir kısımmış. Tam emin de değilim aslında çünkü Kalküta’yı gelmeden önce çalışmamıştım:) Ama babam motorda giderken bir adamla konuşmuş, o da gidin deyince biz de taksiye binip BBD Bagh’a gittik. Yolda yağmur iyice hızlandı. Herkes otobüs duraklarının falan altına toplandı, beklemeye başladı. Taksiciye kafe, restoran falan dedik, yağmur geçene kadar oturup bekleyelim diye ama adam tamam deyip bizi de bir otobüs durağında bıraktı:)Burada adet böyle herhalde:)Zaten 3 gündür dolanıyoruz ortada, daha bizim Park Street’tekiler dışında da bir kafe görmedik.

45 dakika kadar durağın altında bekledikten sonra baktık yağmurda bir açılma yok, zar zor bir taksi daha bulduk, otelin oraya gitmeye çalıştık. Ama ne mümkün:)Trafiği unutmuşuz. 20 dakika da taksinin içinde egzoz dumanları arasında oturduktan sonra indik, yürüyerek durağa döndük:) O sırada neyse yağmur biter gibi oldu da çıktık ortaya. Yoksa daha bir 40 dakika beklerdik durakta. İnsan hiçbir yere gidemiyor. Oturacak yer de yok. Öyle ayakta dikiliyorsun, işte yağmur ne zaman geçerse:)

Ama yağmur geçince de istediğin yere gitmek yok:)Yağmur bitince çıktık, bir yoldan yürüyerek dolaşmaya başladık ve 20 adım sonra kaldırımda, su birikintileri, arabalar ve insanlar arasında sıkışıp kaldık:) Buradan yetkililere sesleniyorum, lütfen Kalküta’ya kat çıkın:P Başka çözüm yok herhalde. Yollarda arabalar su birikintilerine batmadan gitmeye çalışıyor, daha doğrusu duruyor. Kaldırımlar gidecekleri yere yürümeye karar vermiş insanlardan yürünmez hale gelmiş. E tabii bu insanların bir kısmı da yollara dökülmüş, nasılsa trafik işlemiyor, bari şuradan gideyim diye. Bu hengamede bazıları da hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor. Biri kaldırımda o kalabalığın orta yerinde durup tatlıcıdan tatlı alıyor, durup onu yiyor, öbürü yatmış, suların ortasında uyuyor, su neredeyse alıp götürecek haberi yok, öbürü yıkanıyor! Evet yıkanan da vardı:) Yağmur suları bütün caddeleri doldurunca bazı insanlar da sabunları, havlularıyla yol kenarına çıkıp bir güzel yıkanmaya başladı:) Gerçekten çok ilginçti. Bir anda gerçek mi değil mi belli olmayan garip bir dünyanın içinde kaldık. Uzun süre de çıkamadık. Çünkü beş dakika uzaklıktaki metro istasyonuna bu şartlar altında ancak 20 dakikada ulaşabildik:) Neyse ama böyle de bir şey görmüş olduk.

Ondan sonra da bindik metroya otelin oraya, Park Street’e gittik, biraz dükkanlarda dolandık, kitapçıdan kitap aldık ve şimdi de oteldeyiz. Bu arada bugünkü yağmur gerçekten şiddetliymiş meğer:) Haberlerde gösteriyorlar. O bizim durduğumuz otobüs durağının hemen yanındaki bir devlet binasını su basmış. Az daha televizyona çıkacakmışız yani:)

Neyse:)Kafamıza yağmuru da yedikten sonra Kalküta’yı da bitirmiş olduk böylece:) Yarın Mumbai’ye gidiyoruz. İyi uykular:)

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)



Hindistan 14: 18 Ekim 2006-Kalküta
Ocak 27, 2007, 12:56 pm
Filed under: gezi notları, Hindistan, kalküta

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)

Bugün sabahtan akşama kadar Kalküta sokaklarında yürüdük:) Hiç de öyle filmlerde, fotoğraflarda göründüğü gibi değilmiş. Hani İstanbul’a gelince de hep Eminönü, Sultanahmet dolaşır, buldukları her eski ya da işte onlara doğulu görünen şeyi çeker dönerler ya. Kalküta’ya da bunun aynısı olmuş herhalde. Gelmeden önce birkaç fotoğraf aramıştım. Fotoğraf sitelerine falan girip bakmıştım. Bütün Kalküta fotoğrafları yerde yatan zayıf insanlar, karanlık ve kalabalık dar sokaklar, yürüyerek araba çeken adamlarla doluydu. Bütün gün yürüdük işte. Tamam yani mesela Prag gibi değil burası da ama o fotoğraflardaki gibi de değil.

Dün trenle geçerken güneye gittikçe etrafın yeşillendiğini, geçtiğimiz yerlerin daha düzenli göründüğünü fark etmiştik. Burası da gerçekten daha düzenli ve şehir gibi. Belki de bugün gittiğimiz yerler böyledir bilmiyorum ama daha o fotoğraflardaki görüntüye rastlamadık. Kocaman kaldırımları olan caddeler, parklar geçtik hep. Tabii yerde yatan insanlar, dar sokaklar falan da vardı ama genel görüntü o değildi yani:)

Neyse:)Sabah önce Jet Airways’e gidip Mumbai’ye uçak biletlerimizi aldık. Daha doğrusu bana aldık, annemle babam da rezervasyon yaptırdı. Çünkü onların İstanbul’dan anlaşmalarla aldıkları bedava biletleri var, ama benim yok. Havayollarının çalışanları ve emeklileri için böyle anlaşmaları var. Size ve ailenize her sene bir dış hat bileti veriyor, ayrıca diğer havayollarıyla anlaşmalarına göre de aradaki mesafe hesaplanıp çok az bir ücret ödeyerek de gittiğiniz yerden diğer yerlere olan uçuşları kullanabiliyorsunuz. Ama bana artık bilet vermiyorlar:( Çünkü 25 yaşımı geçtim ve bedava bilet hakkım bitti. Eskiden evleninceye kadardı. Ben de evlenmem olur biter diye düşünmüştüm:)Ama sonra kısıtlandı işte:( Neyse. Sabah ilk iş gidip hemen bana da Mumbai bileti aldık. Uçak boşmuş, annemlere de rezervasyon yaptılar. Sonra para bozdurduk, bir internet kafeye gittik ve sonunda gezmeye başladık.

Zaten bizim otelin hemen yakınındaki Park Street ve çevresindeki caddeler de gezilecek yerler arasındaydı. Uzun süre bir araca da binmek gerekmeden dolaşabildik. Önce Park Street’te yürüdük. Burada birkaç dükkan var, onun dışında da kafeler, restoranlar, kitapçı gibi yerler var. Aslında kısa bir cadde burası. En fazla bir kilometredir herhalde, ama güzel bir yer. İnsan şuradan bir kitap alayım, şu kafede oturup okuyayım, sonra da şunda oturayım falan diye zamanını geçirebilir burada:)Yani bana öyle geldi bugün işte:)Bir de yağmur yağdı. Ben en çok yağmurlu havayı seviyorum. Burası da musonların geçmek bilmediği bir bölgeymiş. Hep yağmur hep yağmur yani:)Gelip uzun süre yaşanmaz da, sanki burada bir ay falan kalınabilir gibi. Ama tabii bir yere gitme telaşı falan yoksa. Trafik gerçekten çok kötü.

Neyse ki bugün gezdiğimiz yerlerde trafiğe girilecek bir durum yoktu, yavaş yavaş yürüyerek dolandık durduk. Park Street’in Chowringhee Road denen ve sürekli tıkanan caddeyle birleştiği yerden sağa dönünce Street Hawkers’ Market’e geliniyor. Burası da yine pek uzun olmayan bir kısım. Kitaplarda güzel ıvır zıvırlar satılır falan yazıyordu aslında. Biz de yaşasın sonunda ıvır zıvır satan bir yer bulduk diye koştuk:) Ama meğer ıvır zıvır dedikleri tezgahlarda satılan Çin’den gelen anahtarlık, çanta gibi şeylermiş. Hindistan’la hiç alakası olmayan şeyler yani. Bir de bir sürü korsan kitap. İnsan hiç olmazsa bir şeyin üstüne India, Kolkata falan bir şey yazar da buzdolabı süsü yapar satar. Her şey de Çin’den gelmez ki yani:) Neyse Street Hawkers’ Market’in de içinden geçip sağa döndük. Sudder Street denen yere geldik. Lonely Planet’ın haritasına göre burası Kalküta’daki çoğu ucuz otelin olduğu yermiş. Biz yürürken bir otele rastlamadık gerçi ama Lonely Planet öyle diyorsa öyledir herhalde:)Bu arada yolun orta yerinde üstü kapalı sahne gibi bir yer vardı. Girişinde de bir adam yatmış uyuyordu:) İçine girdik neymiş diye bakmaya. Meğer bu yaklaşan Diwali’de yapacakları törenler için hazırlanan sahnelerdenmiş. İçinde kağıt hamurundan yapılmış gibi görünen kocaman renkli heykeller vardı. Çok da bakamadık adam uyanır gibi oldu ama ilginç görünüyordu. Diwali sırasında biz Mumbai’de olacağız. O yüzden buradaki kutlamaları göremeyeceğiz ama buradaki etkinlikler de önemliymiş meğer. Neyse en azından hazırlıklara başladılarsa gitmeden önce kurulan sahneleri falan bir görürüz herhalde.

Sahnenin olduğu yerden yine sola döndük, tezgahların olduğu bir sokaktan geçerek New Market denen kapalı pazara geldik. Aslında et, çiçek, giyecek gibi kısımları olan bir kapalı Pazar yeri New Market, ama Kalküta’nın gezilecek yerleri arasındaydı, biz de gezdik:) Etçilerin olduğu kısım değişikti. Kargalar etlerin başında biri bir ucundan diğeri öbür ucundan tutmuş çekiştiriyorlardı:)

Neyse ki burada pek kırmızı et yenmiyor:)Mcdonalds’ta bile yok. Duvarda “mamullerimizde kırmızı et kullanılmamaktadır” yazıyor:) Et yemek istiyorsanız tavuk yiyebiliyorsunuz:)Zaten her şey veg ve nonveg olarak ayrılmış burada. Satılan her yiyeceğin üzerinde kırmızı ve yeşil noktalar var. Nokta yeşilse vejetaryen demek oluyor. Daha doğrusu vegan. Çünkü yeşil noktalıların içinde hiçbir hayvani gıda yok. Kırmızılılar da nonvegler. Yani vegan olmayanlar. Kullanılan yağ bile bitkisel olmasa nonveg oluyor. Bir kek gördük bugün mesela, kırmızı noktalıydı. Herhalde kullanılan yağdan olsa gerek.

New Market’i de gezmemiz bitince çıktık, yine Street Hawkers’ Market’e doğru yürüdük, çünkü orada bir metro girişi geçmiştik. Yolda eczane gibi bir dükkanın camlarında bir sürü ilan gördük. Chikungunya Test, Dengue Test diye. Özellikle Chikungunya gittikçe yayılıyor. Her gün haberlerde çıkıp nerede kaç kişi ölmüş, nerelerde yeni vakalar görülmüş gibi şeyler anlatıyorlar. Aslında Dengue her sene bu mevsimde olurmuş. Musonların bitişine doğru, ortalık hem nemli, su birikintileri çokken, hem de hava sıcakken hastalık yayılır, bir çok insan ölürmüş. Ama bu Chikungunya daha yeni bir şey sanırım. Yani birkaç senedir bu kadar ciddileşmiş. Zaten bir aşısı, ilacı falan da yokmuş. Yaşanan sorunlara göre tedavi uygulanıyormuş ama hastalık kendi kendine gerileyene kadar da aslında bir şey yapılamıyormuş. İyi ki bu cibinlikleri, sinek kovucu spreyleri almışız. Yoksa iki gün duramazdık Hindistan’da herhalde. Hastalanan insanlar yürüyemiyormuş bile. Ancak loş bir yerde öylece yatıyorlarmış:( Aslında düzenli olarak ilaç yapılsa falan sinek kalmaz diye düşünüyor insan ama demek ki olmuyor işte.

Metroya binip iki durak sonra Maidan’da indik. Victoria Memorial, Birla Planetarium ve bir de St Paul’s Cathedral, Maidan bölgesinde görünüyordu. Lonely Planet’ın kitabına göre. Bölgeyi doğru yazmış da gezilecek yerleri biraz abartmış sanki:) Katedral küçük, normal bir kiliseydi ve planetarium’un önünde de öğrenciler bekliyordu:)
Victoria Memorial’ın da bir bölümü kapalıydı, girmedik. Ama o bölgeyi de görmüş olduk işte:)Hatta bir de eylem gördük:)

Metrodan çıktık, şöyle bir etrafımıza bakındık ne tarafa gidelim diye. O sırada bir yerden müzik ve bir konuşma sesi gelmeye başladı. Bir baktık biraz ileride üzerinde TATA yazan kocaman bir binanın altında insanlar toplanmış eylem yapıyor. Jaipur’dayken televizyonda da görmüştük zaten, Kalküta’da Tata işçileri ve birileri arasında gerginlik yaşanıyor falan diye. Hatta bizim izlediğimiz haberde bir grup diğerine taşlarla sopalarla saldırmıştı. Tata yeni bir fabrika mı açacakmış, yoksa bir fabrikayı kapatıyor muymuş, öyle bir şey. Ünlü Tata protestosunu da gördük böylece:)Gerçi televizyona çıkmadı ama olsun:)

Baktık eylem sakin devam ediyor, yanlarındaki yoldan girip Victoria Memorial’la katedrale gideriz diye düşündük. Çünkü ikisi de olduğumuz yerden görünüyordu. Tam yürümeye başladık ki bir anda hava kapandı, yağmur başladı. Burada gerçekten çok şiddetli yağıyor yağmur. Damlalar insanın kafasını acıtıyor:) Koca koca damlalar düşmeye başlayınca elimizde kameramız hemen metroya kaçtık tabii. Zaten istasyonun içinde, her durakta hangi gezilecek yerlerin olduğunu anlatan bir poster vardı. Ona göre de bizim gideceğimiz yerler bir sonraki durakta görünüyordu. Bir durak daha gittik metroyla. Hem bu arada yağmur da biter belki diye. Çıktığımızda gerçekten bitmişti. Ama bir daha Victoria Memorial’ı bulmamız çok zor oldu:) Meğer bizim ilk indiğimiz durak doğru olanmış. Oradan devam etsek hemen ulaşacakmışız. Bu ikinci duraktan çıktıktan sonra bir saat sokaklarda döndük durduk.

Sonunda Katedrali bulduk, ama küçükmüş işte. Victoria Memorial’a girmedik. Planetarium da pek ilginç değil gibi geldi. Ama o sırada Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir serginin açılışına rastladık. Onu gezdik biz de:) Varanasi fotoğrafları vardı. Hemen tanıdık:) Demek ki oranın da bir rengi, havası falan var, öyle bakınca hemen tanınan. Küba öyle ya mesela. Bir duvar fotoğrafı da olsa insan tahmin ediyor Küba olduğunu. Varanasi de öyle herhalde. Bir inekten hemen tanıdık:)

Sergi açılışımıza da katıldıktan sonra Maidan’dan bir taksiye binip Park Street’e döndük. Aslında oradan yine metroyla dönülebilirdi tabii de katedralle öbür binayı ararken çok yorulmuştuk, taksiye binelim dedik. Adam da bizi bir güzel kazıkladı:)Aslında itiraz ettik biraz da, fazla uğraşmamak için uzatmadık sonunda. Rs45 vereceğimize 60 verdik indik. O aslında önce 70 istiyordu. E nasıl hesapladın dedik. Çünkü taksimetrede 23 yazıyor. Tamam o 23’ü alıp bir şeylerle çarpa böle hesaplıyorlar asıl ücreti ama 23’ün de 70 olur bir hali yok:) 60 verdik indik. Sonra da nasıl hesaplandığını sorup öğrendik. 23 + 23’ün %90’ını vermemiz gerekirmiş. Bu da 44 ediyor. Neyse en azından şimdi öğrenmiş olduk. Yanımda Mumbai’deki taksimetreleri okumak için çizelge var da, burası için olanı bulamamıştım. Bulmak lazımmış:)

Taksiden inip ilk gün gittiğimiz Camac Street’teki büyük dükkana bakmaya gittik. Oradan defter, anahtarlık gibi ufak bir şeyler aldık. O sırada da fark ettik ki yukarıda market var. Hemen koştuk yukarı:)Kaç gündür Hindistan’dayız, bu daha bulduğumuz ilk market. Hep gidiyoruz küçük bir bakkala peynir diyoruz, ne varsa veriyor. Bisküvi diyoruz bir tane sizin için seçip veriyor:)İnsan şöyle kendi seçip de alamıyor hiçbir şeyi. O yüzden market bulunca çok sevindik. Rs500’lük alışveriş yaptık. Bu 500, Agra’daki otelin bir gece, 3 kişilik ücretiydi, o kadar çok şey aldık yani:)

Ondan sonra da park Street’in köşesindeki Fluffy’s adındaki kafeye gittik. The Marmara’nın altındaki kafe var ya. Onun gibi bir yerdi. Yani biraz daha küçüğü ama havası öyleydi işte. Biz de çay, kahve, pasta falan bir şeyler istedik. Hemen yanımızdaki camekanın içinden bir dilim pastayı alıp yanında kahveyle getirmeleri yarım saat aldı. Neyse geldi sonunda yedik, parayı ödeyip çıkmak istiyoruz. Bir yarım saat de fişi yazıp, elimizdeki parayı alıp, üstünü vermesi tuttu:) Gerçekten yavaştılar yani. Halbuki bu oturduğumuz yerin hemen karşısında tea house diye bir yer vardı. Hem camları daha genişti, dışarıya falan bakmak için, hem de insanlar orada daha canlı görünüyordu. Bilsek oraya giderdik ama işte bu daha temiz pak görününce buna girdik. Ne bilelim:)

Şimdi de Pushpak oteldeki kocaman odamızda film seyrediyoruz. Yarın da Kalküta’dayız. İyi uykular:)

Bugünle ilgili fiyatlar, süreler, mesafeler, haritalar, diğer yararlı şeyler… için buraya tıklayabilirsiniz:)